Yazı: Damla Sude Ergen
Yaşadığımız dünyada insanlar, belirledikleri kriterler doğrultusunda söz hakkını sadece belli bir kesime ait görerek, diğer insanların özgürlüğünü ve seçimlerini gölgeleyebiliyor. Zincirleri veya onları bağlayan bir cisimleri olmasa bile, görünmez zincirlerinden bir türlü kurtulamayarak, seçim yapma veya reddetme hakkını bir türlü elde edemiyorlar. Bu durumu en anlaşılır şekilde Quentin Tarantino’nun anlatımı olan Django (Zincirsiz) filminde görebiliyoruz. Başta Oscar ödülü olmak üzere birçok dalda ödül alan film, gerek oyuncuları gerek senaryosu ile izleyiciyi içerisine çekmeyi başarıyor.
Film, Köle Django’nun Alman asıllı ödül avcısı Dr. King ile yolunun kesişmesiyle başlar. Django, doktor ile anlaşma yaparak özgürlüğü karşılığında onun aradığı suçluları bulmasına yardımcı olur. Anlaşmayı tamamlansa da ikilinin yolları ayrılmaz beraber çalışan ödül avcıları haline gelirler… Kendini iyice geliştiren ve avlanma konusunda iyice yetişen Django, köle ticareti yüzünden kaybettiği eşi Broomhilda’yı bulmak ve onu kurtarmak için çabalamaya başlar. Bu hedef onları kötü şöhretli “Candyland” çiftliğine ve çiftliğin sahibi olan Calvin Candie’ye götürecektir…
Filmde eşya gibi alınıp satılan, her türlü şeyi yapmak zorunda kalan köleler, onlara bunu layık görenlere hiçbir şekilde karşı koymayarak bu durumu kabullenerek yaşamaktadırlar. İnsanların oluşturduğu bu düzende köleler, değersiz ve söz hakkı olmayan hayvanlar olarak konumlandırılmaktadır. Tarantino, bu durumu sadece ten rengi üzerinden aktarıyormuş gibi görünse de genel olarak çağımızda bulunan ayrımcılıkları dile getirerek konuyu en can alıcı noktasından yakalamaktadır. Bir köle somut zincirlerinden kurtulsa bile ona dayatılmış olan kalıplarından ne olursa olsun kurtulamaz. O zincirler olmasa bile bu durumu doğrulayacak bir bilir kişiye ihtiyacı vardır.
Django, özgürlüğünü aldıktan sonra dahi, çocuğunun yanında suçlu olduğu halde bir babaya zarar vermekten çekinir. Kendine ve ırkına her şeyi reva gören ırka ne olursa olsun saygı duyar. Onlardan beklediği saygıyı onlara vererek hissettiklerini yansıtmış olur. Ancak birçok şeyi gördükten sonra kendini ve eşini korumak için her şeyi yapması gerektiğini anlar. Kimsenin ona istediği saygıyı vermeyeceğini anladığında ise onların davrandığı şekilde hayatta kalmayı dener. Bu da insanların aslında tutumları yüzünden birbirlerine karşı acımasızlaştığını gösterir. Birbirlerinin içerisindeki canavarı yine kendileri yaratırlar. Nefreti de sevgi ve saygıyı da tutumları belirler. Uyum içinde yaşamak yerine güç ve paranın arkasına sığınarak insanları kategoriye sokmuş olurlar. Bu durumda en büyük yıkım ve zararların oluşmasına neden olur.