Bir kültür endüstrisi ve tüketim toplumu eleştirisi: Dövüş Kulübü

0
888

Yazı: Ayşegül Altunoluk

Chuck Palahniuk’un sert ve katmanlı kitabından sinemaya uyarlanan, bir popüler kültür ve tüketim kültürü eleştirisi olan Dövüş Kulübü, her dönem farklı alanların analizlerine ve çözümlemelerine tâbi tutulmuş kült bir eserdir.

Yönetmen David Fincher’ın 1999 yapımı olan Dövüş Kulübü filmi, kapitalizmi ve kapitalizmin dayattığı tüketim kültürünü,  hem toplumsal hem de bireysel boyutuyla ele alıp sert bir şekilde eleştiriyor.

Filmin başrolü Jack (Edward Norton) bir sigorta şirketinde, iyi bir maaşa sahip, tam zamanlı bir çalışandır. Sadece sahip olduklarıyla mutlu, özgür ve var olabileceğini düşünür. Psikolojik sıkıntılarından kurtulmak için terapi gruplarına katılmaktadır. Terapilerde Marla (Helena B. Carter) ile tanışır. Ancak başrol, istediği her şeye sahip olsa da yine de mutsuz, silik, kendini ifade edemeyen, yalnız biridir.

Bütün bunların sonucunda, bastırılmış duygular ve yalnızlık beraberinde gizli bir şiddet duygusu ve şizofreniyi getirir. Tyler Durden (Brad Pitt) ve Dövüş Kulübü’yle tanışır. Karakter söylemeye çekindiği sözleri ya da asla yapamayacağı eylemleri; bir başka karakterle, Tyler karakteriyle yapmaya başlar. Kendi gibi düşünen onlarca taraftar ve dövüş kulübü oluşur.

Dövüş Kulübü’nün ilk kuralı, Dövüş Kulübü hakkında asla konuşulmamasıdır. Yaptığı bir konuşmada “bütün bir neslin benzin pompaladığını, beyaz yakalı köleler olduğunu, reklamlara kanıp arabalar kovaladığını, nefret ettikleri işlerde çalıştıklarını” söyleyen Tyler, “büyük buhranı yaşamamış, savaş görmemiş gençlerin, tek savaşlarının içlerindeki savaş olduğunu” belirtir. Burada sorun söylenmiştir ama çözüm üretilmemiştir. Genel olarak da bu yaşam biçimini sürdüren bireylere yer verilmiştir. Eleştirilen gruplara ait insanlar veya onların yaşamlarına dair hikâyelere yer verilmemiştir.

Platon’un Mağara Alegorisi’ni bu sistem içerisinde birebir yaşamaktayız

Popüler kültürün bize dayatmış olduğu tüketme ve sahip olma arzusunun çarpıcı bir şekilde anlatıldığı filmde; evimize döşediğimiz mobilyalardan (günümüzde bile büyük bir pazara sahip İkea), giydiğimiz giysilere (özellikle Gucci), içtiğimiz kahveye (Starbucks) kadar marka olmasını, karakterlerde, televizyonda, billboardlarda etkili bir şekilde görüyoruz.

Filmde aynı zamanda popüler kültürün dayattığı güzellik anlayışına da vurgu yapılmış. Marla karakteri dağınık saçları ve pejmürde kıyafetleri ile bize dayatılan algıdan çok farklı. Yine Bob karakteri için de aynı şey söylenebilir; yıllarca dayatılan güzellik ölçülerine uymak için aldığı vücut geliştirme dersleri ve hormonlar sonucunda, hem kadın gibi göğüslere sahip olmuş hem de bu durum kanserle sonuçlanmış.

Tüketim kültürü, topluma dayatılan algılar, alışveriş kültürü ve kapitalizm gibi olgulardan rahatsız olmayan ve eleştirel bakış açısıyla bakmayan insanlar için bunlar hayatın rutini olarak görülebilir. Yaşam standartları ve yaşam felsefesine göre verilen mesajlar da değişkenlik gösterebilir.

Filmin sonunda sistemin dayattığı bu zorbalıktan kurtulmanın ancak sermaye piyasası sahiplerinin yok olmasıyla mümkün olabileceği vurgulanıyor ve bütün büyük şirketler ve bankalar yok ediliyor. Temiz ve yeni bir başlangıcın bundan sonra olabileceği mesaj olarak veriliyor.

Platon’un Mağara alegorisini bu sistem içerisinde birebir yaşamaktayız. Bize dayatılan, önümüze sunulan, doğru ve güzel gösterilen, reklamlarla, propagandalarla,  manipüle edildiğimiz; diğer bir deyişle zincirlendiğimiz, çoğunluk tarafından kabul görenin doğru ve iradi tercihimiz olduğunu düşündüğümüz bir dönemdeyiz. Bu yüzden de filmin mesajını da en iyi bu alegoriden yola çıkarak ifade edebiliriz. Ne zaman popüler kültür ve tüketim kültürünün boynumuza taktığı zincirlerden kurtulursak, o zaman özgürleşecek, hakikatlere ve olması gereken hür yaşamlarımıza döneceğiz.