Haber ve Fotoğraf: Ayşegül Altunoluk
“Misafir diye geldik, 5 kuşak oldu dönmedik”
Bundan tam 60 yıl önce, Haydarpaşa’dan kalkan trenle başlayan misafir işçi serüveni yıl dönümünü kutluyor. Fırat Haber ekibi olarak tarihe tanıklık eden işçilerden biri olan Duran Aydoğan ile buluştuk.
Türklerin misafir işçi serüveni, 31 Ekim 1961’de Türkiye ile Almanya arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde hayata geçirildi. 450 kişilik “Gastarbeiter” yani misafir işçi, Haydarpaşa’dan kalkan trenle yolculuğuna başladı. 1973 yılına kadar süren bu göç, bugün 5’inci kuşağı yetiştiriyor. Göçlerin de etkisiyle, günümüzde Almanya ve Avusturya’da 3 buçuk milyonu aşkın Türk yaşıyor.
“Çaycının cebine 500 lira kıstırsanız işinizi görür”
Duran Aydoğan, tarihe tanıklık etmiş misafir işçilerden biri. 1968 yılında babası turist olarak Viyana’ya gelmiş. Aydoğan çok görmüş, geçirmiş ama yorulmamış. Onun serüveni, babasının yaklaşık 3 yıl kaçak çalışıp, sonra işçi olduğu Viyana’da başlamış. Duran Aydoğan Viyana’ya geliş hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Ben de o sırada askerdeydim. Terhis olduktan sonra babam 1971 yılında işçi ailesi olarak istek gönderdi. Nasıl olur, nasıl biter bu işler bilmiyoruz. İşler yoğun, kalabalık… Bir gün, iki gün bekledik, sıra bir türlü gelmiyor. Orada daha öncesinden işlem yapanlardan birisi ‘Çaycının cebine 500 lira kıstırsanız işinizi görür’ dedi.
Vardık yanına ‘İkindiden sonraya gelin dışarıda bekleyin, pasaportunuz hazır’ dedi. O zamanlar yurtdışına gitmek büyük şey olduğu için pasaportu ancak rüşvetle veriyorlar. Gittik pasaportu aldık, dedi ki ‘Şimdi İşçi Bulma Kurumu’na gidip çıkış alacaksınız.’ Çıkış nasıl bir şey bilmiyoruz, ne a’sı var ne b’si, ancak para vermek için. Gidiyorsunuz ‘ben yurtdışına gideceğim, işçi ailesi vizem var’ diyorsunuz, ücret verdikten sonra size bir makbuz veriyorlar, pasaporta yapıştırıyorsunuz, makbuzla beraber yurtdışına çıkış onayı veriyorlar. Öylelikle çıkış işlemleri bitti.”
Bu macerada dertler biter mi?
“Bir gece beklememiz lazım, çare yok, o gece havaalanının mescidinde kaldım”
Serüven onu çiçeklerle karşılamamış tabii; kalacak yer sıkıntısı ayrı, dil bilmemek ayrı, iş bulma derdi ayrı. Yolculuk Ankara’dan başlamış bunaltmaya onu. Genç yaşında yol bilmez, iz bilmezken bilmediği bir memlekete gidiyor olmak daha da bir korkutucu gelmiş. Ama umuda açılan bu kapıyı da elinin tersiyle itmek de gelmemiş içinden:
“21 yaşımdaydım. Köye döndük. Yola çıkarken iki-üç parça eşyamızı valize koyduk, istikamet Ankara. Havaalanına nasıl gideceğiz bilmiyoruz, şimdilerde HAVAŞ diyorlar, o zamanlar adı başkaydı. Bindik otobüse geldik. Biletlerimiz gelmiş ama ertesi güne. Müracaatlarımızı ettik. Bir gece beklememiz lazım, çare yok, o gece havaalanının mescidinde kaldım.
Yıl 1972, Ekim ayında Ankara’dan Viyana’ya geldim. Schwechat’a (Avusturya Havaalanı) öğlen gibi vardık. Ne dil var, ne bir yol gösteren, anca bakıyoruz. Hâl diliyle birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. ‘Pass, Pass’ diyorlar, pasaport dediklerini öyle anladık. Valizimizi alacağımız yeri gösterdiler. Bir şekilde havaalanında işimizi hallettik. Çıktık, rahmetli babam ve yeğeni Ramazan bizi aldılar (Ramazan bu yolculukta Aydoğan’a yarenlik etti, sık sık adı geçecek hikâyede). Ramazan daha önceden 1966’da geldi. Onlar iyi-kötü buraları çözmüşlerdi, biliyorlardı.”
“Çatı katında ufak bir daire ama 8 kişi yatıyoruz”
Tabi asıl olaylar buradan sonra başlıyor. Gitmesine gitmiş ama kalacak yeri dahi yok henüz. Arkada hanımla çocukları bırakmış; bir yandan aklı onlarda, bir yandan onu neyin beklediği telaşı. Resmî işler ayrı dert, vize almak ayrı dert. Tabi daha önceden giden Türkler öncülük etmiş bu işlere, bir yolunu bulup bu işleri bir düzene koymuşlar:
“Ramazan’ın evinde birkaç gün kaldık. 6’ncı Viyana’da Liniengasse’de bir heim (yurt) varmış, çatı katında ufak bir daire ama 8 kişi yatıyoruz. Bir gaz ısıtıcı var. Aşağı yukarı orada babamla 8 ay kaldık. 5 katlı bina, doğudan batıdan 800-900 Türk kalıyor. Heim’ı işleten kadın Şehriban Hanım, Bingöllü, oradan bir Avusturyalı polisle tanışmış evlenmişler. Almanca da biliyor. Bu binayı böyle kullanırsak iyi para kazanırız demişler, işletmeye başlamışlar. Bu işleri de bildikleri için vizesi bitenlerin işlemlerini de para karşılığında bu ikisi hallediyor. Vizemiz bitince Şehriban Hanıma bildiriyorduk. 1’inci Viyana’da Yabancılar Polis Merkezi var, Şehriban Hanım’ın da orada birkaç tanıdığı var, o şekilde vizemizi alıyorduk. Para vermek istemeyenler kendileri 2-3 ay uğraşıyordu, ancak alıyordu vizeyi.”
İşçilerin birçoğu geri dönmedi
Başlangıçta sadece çalışmak ve para biriktirmek niyetiyle giden, gittikleri ülkelerde de geçici iş gücü olarak bakılan misafir işçiler, yıllarca orada çalıştılar. Çalıştıkları ülkelerin ekonomisinin kalkınmasında büyük payı olan işçilerin birçoğu geri dönmedi. Zaman içerisinde orada yeni bir düzen kurarak ailelerini de yanlarına aldırdılar. İlk başta tek hayali para biriktirmek, araba almak olan Türkler, zamanla kendi işletmelerini ve şirketlerini de kurmaya başladılar. Yeni neslin orada eğitim alması ve Alman toplumuyla sosyal ve ekonomik ilişkiler kurması da kalıcılığın artmasına sebep oldu.
Aydoğan yağ firmasından, mezarlığa kadar ne iş bulsa çalışmış
Duran Aydoğan da ilk önce gidip, para biriktirip dönmeyi planlamış. O yıllarda yurtdışında daha çok kazanıyorlar, e para da kıymetli. Ne iş bulduysa çalışmış. Yağ firmasından, mezarlığa kadar her yerde çalışmış, hiçbir işten gocunmamış:
“Bir şirkette babamın dostu Halil Ağa vardı, bana da oradan bir iş ayarladı. Tekeral Mayer isimli bir gres yağı firmasında bana iş buldu. 2-3 ay orada çalıştım. Oğlu, kızı ve 2 Süryani’yle beraber çalışıyorduk. Birkaç yıl burada çalıştım. Babam benden önce 3 yıl bir çiçekçide çalışmıştı. 1974’te babam Türkiye’ye dönmeye karar verdi. Yozgat’taki köyümüzde yaşamaya devam etti. Sorumluluğum da arttı. Ben çalıştığım işten çıktım, 23″üncü Viyana’da mezarlıkta bir iş buldum. Orada mezar kazıyoruz, cenazeleri gömüyoruz, bir yıl da orada çalıştım. Bir su firmasında da çalıştım bir yıl kadar.
Aradan bir müddet geçti, Thermotechnik diye büyük firmada iş buldum. Tabi ben evliyim ama eşim ve çocuklar Türkiye’de. 1974 gibi bizim hanımla çocukları getirmek için Türkiye’ye gittim. Halamın oğlu Ramazan yardımcı oldu. ‘Babam rahatsız, ne yapalım’ dedik. Babam ‘gidin ekmeğinizden olmayın’ diyor, ama annem razı değil. Bir şekilde resmî işleri hallettik. Hanımı getirdim ama ev yok, eşya yok. Hanımı getiriyoruz ama kimse bize burada sormuyor ‘kalacak yerin var mı, ne yapıyorsun’, sadece getirmeye izin veriyorlar. Bir ay halaoğlunda kaldık. Mahallede bir Yahudi var, emlak işleriyle uğraşıyordu. Bizi aldı, 17’inci Viyana’da Mayergasse’de giriş katta, bir oda ve bir mutfak bir ev gösterdi, ‘Bundan başka da ev yok’ dedi. Bizim için bu ev çok iyiydi, o dönemde insanlar ev bulamıyordu. Tabi biz bu işleri kendimiz halledemiyoruz, yanımızda tercüman var.
Evi bulduk bulmasına ama eşya da yok. Bize ‘16’ıncı Viyana’da bir adam ölmüş, eşyaları var’ dediler, ‘çok da güzel ama para istiyorlar’ dediler. Bir kamyon ayarladık, eşyaları getirdik, yerleştirdik. Eşyalar da güzel çıktı şansımıza. Hiçbir şeyi yoktu. Lambasından, ısınmasına her şeyi hallettik. Ama para nerde, borç aldım. Sonra daha büyük bir firmada iş buldum, her şeyi yavaş yavaş düzene koyduk.”
“Kendimizi kurtaracak kadar dil öğrendik ama onunla kaldı”
1960’lı yıllarda ilk göç dalgasıyla giden işçiler, uzun bir zaman ülkelerine gidemediler. Birçok problemle de karşı karşıya kaldılar. Dil problemi, planlanmamış insani boyutlar, uyum politikalarının eksikliği zor bir süreci de beraberinde getirdi.
1973 yılında, aile birleşimi ve birçok hak elde edildi; fakat işçi alımı durduruldu. 1980 sonrası siyasi iltica talepleri sebebiyle yeni bir göç dalgası ortaya çıktı. Birçok haktan mahrum olan, zorlu hayat şartlarına rağmen kalmaya devam eden Türkler, bugün Avrupa’nın en büyük azınlık grubu durumunda.
Aydoğan, sosyolojik temelde yaşadığı sorunları şöyle anlatıyor:
“3 yıl Türkiye’ye gitmedik. 1977’de bir araba aldık Türkiye’ye gitmek için. Tabi Türklerin ya araba sevdası olur, ya traktör ya da tarla sevdası olur. Bizimki de arabaydı. Tabi o zaman bizim imkânlardan hiç haberimiz yoktu, yetkililerden bilgilendiren de. O zaman farkında olsaydık, bilgimiz olsaydı bizim de şartlarımız farklı olurdu. Genç zamanımızdı, gücümüz, enerjimiz vardı, para da almıyorlardı. Dil kursları da varmış, meslek kursları da varmış ama bizi yönlendirenler yoktu. Öyle bir kayıp oldu bizim için. Kendimizi kurtaracak kadar dil öğrendik ama onunla kaldı.
Düzen kurmaya çalışıyoruz, ama çocukları daha yanımıza almamıştık. Sadece bir oğlum kucağımızda geldi. Sonra kızları da aldık yanımıza. 3 çocuk da burada doğdu. Ev küçük. Birisi aracı oldu, günlüğü 500 şilin olan bir iş buldum. Oradaki kadının bir evi varmış, dedi ki: ‘Benim bir ev var, ev işleriyle uğraşan kişi kalıyor, o çıkacak. Gel istersen bakalım, beğenirsen siz taşının.’ Biz bir geldik, kocaman bina, güzel bir ev. 2006’ya kadar orda kaldık.”
En büyük sorun eğitim
Yurtdışına misafir işçi olarak giden ailelerin en çok sıkıntı çektiği alanlardan biri de eğitim. Yanlış yönlendirmeler, bilgi eksikliği ya da bilinçsizlik sebebiyle işçi ailelerin çocukları ya yanlış okullara yönlendirilmiş, ya da eğitimden mahrum kalmış.
Duran Aydoğan da bu noktada bilgi sahibi olmadıkları için çocukları yanlış okullara kaydettirdiklerinden bahsediyor. Çocuklar başarılı oldukları halde, Gymnasium olarak bilinen genellikle başarılı öğrencilerin gidebildikleri okul yerine, Hauptschule şeklinde isimlendirilen daha az başarılı okullara kaydettirilmiş. Daha sonra çocuklardan bazıları, her ilk kuşak Türk işçi ailede olduğu gibi, eğitimlerine Türkiye’de devam etmiş.
Yetişen yeni nesillerle beraber topluma adapte olan Türkler, artık sadece işçi olarak değil, ekonomik, siyasi ve sosyal hayatın da her alanında yer alıyor.
Aydoğan, çocuklarının eğitim hayatıyla ilgili şunları ifade ediyor:
“Çocuklar okula başladılar. Bizim oğlan başarılıymış, bize sordular: ‘hangi okula devam etsin’ diye ama biz bilmiyoruz. İyi okula gidebilirmiş ama biz bilmediğimizden ev sahibine sorduk. O da çok üstünde durmadı, normal okula gönderdik. Okul tatile girince babaanneleri geldi, bir oğlum da Yozgat’ta okuyordu. Türkiye’ye dönecek, diğer oğlum da tutturdu ‘ben de onla gideceğim’ diye. O zamanlar çocukların pasaportu, bizim pasaportumuza işleniyordu. Konsolosluğa gittim. Bir kâğıt hazırladılar, mühürlediler. Bunla gidebilir dediler. Tabi buradan gitti, Türkçeyi zayıf biliyor. Ama yolunu buldu. Başarıyla okudu. İyi puan da aldı, doktor olurdu ama o zamanki öğretmeninden etkilenmiş, edebiyat öğretmenliği okudu. Diğer oğlum da ilahiyat okudu. Bir kızım da Viyana’da okudu, doktor oldu. Diğerleri de her biri kendine bir meslek tutturdu. Torunlarım da hep okudu; doktor, mühendis oldular hep. Çok şükür biz yapamasak da çocuklarımız, torunlarımız okudu, yetişti.”
Aydoğan ile tüm dünyada bir furya haline gelen ırkçılık üzerine de hasbihal ettik. Bu sorundan dolayı Duran Aydoğan da üzgün. İlk yurtdışına geldiği zaman kendilerine yapılan muamele ile şu kıyaslamayı yapıyor:
“Gelen misafir işçilere karşı çok hürmet vardı. O zamanın Cumhurbaşkanı Kreisky işçilere güzel davrandı, sorunlarıyla ilgilendi, aş buldu, iş buldu, çalışmak isteyen herkese imkân tanıdı. O zamanlarda şimdiki gibi ırkçı tutumlar yoktu. Almanya’da olaylar olurmuş, duyardık. İnsanların evlerine, sokaklarına yazılar yazarlarmış. Düşünüyorum, ‘burada hiç olumsuz bir olay yaşadım mı?’ diye, hiçbir şey gelmiyor zihnime. Tek sıkıntımız: o zamanlarda dildi, imkânları bilmememizdi. Gittiğimiz her yerde masa gösterirlerdi. İş yerinde Avusturyalı arkadaşlarımız da çok iyi davranırdı. Almanca bilmediğimizden el ve dil hareketleriyle anlaşmaya çalışırdık. Bize çok yardımcı olurlardı. Buraya dair hiç olumsuz bir anım olmadı çok şükür, zor zamanlar olsa da her zaman huzurlu bir hayat sürdük.”
Türkler kendi kültürlerini Alman kültürüne entegre etmişler
“Dışarda Almanca konuşulsa da evde hep Türkçe konuşuldu”
Genellikle çalışma veya farklı sebeplerle ülkesinden, kültüründen ayrılan insanlarda bulundukları yerde asimilasyona uğradıkları görülür. Fakat bu Türklerde çok az rastlanan bir durum. Çok uzun kuşaklardır yurtdışında yaşayan Türklerde dahi anadilinde sıkıntı yaşayan çok nadir. Topluma, içinde yaşadıkları kültüre entegre şekilde kendi kültürleriyle bütünleştirerek hayatlarını sürdürüyorlar. Duran Aydoğan’ın aile bireyleri 5 kuşaktır yurtdışında yaşıyor. Bu konu üzerine biraz daha konuştuk:
“Çocuklar Türkçeyi hiç unutmadı. Dışarda Almanca konuşulsa da evde hep Türkçe konuşuldu. Eskiden öyle dernekler, camiler yoktu. O yüzden dikkat ederseniz, Türkçeyi bilenler de hep yöresinin Türkçesiyle konuşur. Akrabalarla gidiş-geliş çok sıktı. Ne kadar iyi olsalar da dil olmayınca, farklı kültürleri yaşayınca Avusturyalılarla dostluğumuz iş arkadaşlığından pek öteye geçemedi. Ne konuşabildik, ne giyimde uyuşabildik ne de onlara ayak uydurabildik. E biz de Türkler arasında kaldık. Hâl böyle olunca da Türkçeyi unutmadılar.
Torunlarım Türkçeyi de Almancayı da çok iyi konuşuyorlar. Kuşak geçtikçe hem buraya daha iyi adapte olduk, hem de kendi kültürümüze sahip çıkmaktan vazgeçmedik. Çocukların, torunların Türk arkadaşları da, Avusturyalı arkadaşları da var, ortak sosyal ortamları da. 5 kuşak geçti buradan kızım, burası da vatan sayılıyor artık.”
“Türk’ün Türk’ten başka dostu da düşmanı da yoktu yani”
Duran Aydoğan’ın Türkiye’ye yolculuğu sırasındaki bir anısı geldi aklına, biraz da güldü. “Biz bir de üçkâğıt yapmada asimile olmayız” dedi ve şunları ekledi:
“Eskiden Türkiye’ye hep arabayla giderdik. Yollarda kaybolmamak için 2-3 araba beraber yola çıkmaya çalışırdık. Türkiye’ye ilk kez arabayla giderken, biriyle arkadaş oldum. Yugoslavya’da yemek için durduk. 3-4 defa gittiği için tecrübeliydi. Ama bana sürekli ‘sen olmasan çoktan varmıştım’ deyip durdu. Zoruma gitti. Bir süre gittik, ben öne geçtim sonra arkama baktım ne gelen var ne giden. Meğer arabası bozulmuş da geride kalmış. ‘Duran araba bozuldu, ne yapacağız şimdi’ dedi. E arkada da bırakmak istemem onu. Neyse tamirciye çektik arabayı, yapılmadı araba. Ya Viyana’ya dönecek ya İstanbul’a çekici tutacağız. Dönmek istemedi. O zamanın parasıyla 5000 şiline çekici tuttuk. Kendi arabamıza takıp çekmeyi akıl edemedik tabi. Edirne’ye kadar çektik. Kapıkule’de bize bir halı verdi, bunu memlekete götürün diye. Parası da yoktu diye biz ödedik. Neyse Viyana’ya döndük parayı istedik. Parayı vermedi, üzerine ‘ben size halı verdim ya ona sayın’ dedi. Paramızı ödemedi. Türk’ün Türk’ten başka dostu da düşmanı da yoktu yani.”
“Misafir diye geldik, 5 kuşak oldu dönmedik”
“İki kültürü de korumaya uğraştık biz, iki hayat yaşadık”
Tam ile yarım olmak arasında koca bir ömrü yurtdışında geçiren Duran Aydoğan, kocaman ailesiyle şimdi emeklilik günlerinin tadını çıkarıyor ve şunları ekliyor:
“Misafir diye geldik, 5 kuşak oldu dönmedik. Birçok işte çalıştım, kömür taşımaktan tutun da mezarcılığa kadar. O zaman hayatımızı sürdürmek için önümüze gelen her işte çalıştık. Çalıştık da çalıştık. Tam 36 yıl çalışmadığım iş kalmadı. Şimdi emekliyim artık 6 ay Türkiye’de, 6 ay Avusturya’da yaşıyoruz. Yazları memlekette bağ bahçeyle uğraşarak geçiriyoruz, kışları da burada ailemizle. Torunlarımızla, torunlarımızın çocuklarıyla vakit nasıl geçiyor anlamıyoruz zaten. Ömür böyle geçti işte. Türkiye’ye gittiğimizde ‘bazen gurbetçi, Almancı’ diyorlardı bize, burada da yabancı. İki kültürü de korumaya uğraştık biz, iki hayat yaşadık. Hayatın şartları yarım yamalak bıraksa da bazı şeyleri, biz dolu dolu bir ömür yaşamaya çalıştık.”