Sait Faik’in “Hişt Hişt” öyküsünün söyledikleri

0
1152

Yazı: Hivda Aslan

Sait Faik Abasıyanık’ın Hişt Hişt öyküsü, Hişt’ in aslında gerçekle, gerçekdışılık arasında insanı hayata bağladığını açıkça gösteriyor. Hişt Hişt öyküsü, ilk baskısı 1954 yılında yapılan ve yazarın son öykü kitabı olan Alemdağ’da Var Bir Yılan’ın içindeki öykülerden bir tanesi.

Hikâyelerinde konu ve olaydan çok zaman ve insanı ön plana çıkaran yazar iddialı bir hayatı kurgulamaz. Bu anlamda durum hikâyelerinin en önemli yazarlarından biridir. Hikâyelerinde düşünce vardır. Yazmak ve anlatmak onun için bir zorunluluktur. “Yazmazsam deli olacaktım” sözüyle aslında yalnızlığını en yalın haliyle ifade etmiştir.

Sait Faik gibi durum öykücülüğünde önemli bir yazarı ve öykülerini eleştirmek açıkçası hiç kolay değil. Onun öyküleri hayatı, insanları sorgulatıyor. “Her şey bir insanı sevmekle başlar” sözü, aslında onun anlayışının insan sevgisi üzerine kurulu olduğunu en açık biçimde gösteriyor. Aksi bir düşünce oluştuğu zaman da yazar, sadece insan değil içimizdeki hayat sevgisinin de söneceğini öykülerinin satır aralarında açıklıyor.

Hişt Hişt, yazarın reel dünyadan idealar dünyasına, idealar dünyasından reel dünyaya geçiş çabaları içinde sürüp gidiyor. Ana noktada geldiği yer belli olmayan “Hişt” sesi var. Okur da hikayenin ilerleyen kısımlarında bu sesin etki alanı içine dahil oluyor. Akış, sesin yönüne göre gidiyor. Tipleme ve karakter seçimi ve akış ile yavaş yavaş reel dünyaya dönülüyor. Öykünün sonuna gelindiğinde yazarın da o “hişt hişt” sesine ihtiyacının olduğunu ve o sesin kendisiyle bir bütün olarak var olduğunu görüyoruz:

“Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insanlardan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları. Hişt Hişt! Hişt Hişt! Hişt Hişt!”

Bu cümleleriyle aslında sesin nereden geldiğinin pek bir öneminin olmadığını, sesin kulaklarımızda her zaman çınlamasının, bir sesin belli olmasa da bir yerlerden gelmesinin anlamlı olduğunu; gelmediği takdirde ise hayatla olan bağımızın söneceğini, ses varken hayatta olduğumuzu, bu sesin bizleri bir şekilde yaşama bağladığını gösteriyor yazar.